12 Eylül 2008 Cuma

İş veren, alan, gününü gören...

Bilindiği üzere bitirme projesi alacak bir insan olarak haftanın sadece 1 günü dersim olacak. O da bir tane seçmeli ders zaten (ITB). Üzerine bir de parasızlık ve bolca boş zaman binince ortam bukadar elverişliyken işe gireyim bari dedim. Malum 2. sınıftan beri biryerlere girip çalışmaya çalışıyorum. Ve bunca senedir şunu anladımki çoğu iş veren sizin ağzınızdan "bitirme" lafını duymadan sizi bir çalışan olarak algılayamıyor. Onlar için siz bir stajyersiniz, ki bu çalışma saatlerinizi, size yapılan muameleyi ve maaşınızı etkileyecek. Gün gelip de ağzınızdan "bitirdim" lafı çıktığında (kimi durumlarda "bu dönem bitiriyorum" da işe yarıyormuş) o zaman sizi bir çalışan olarak görmeye başlayacaklar. İlk zamanlar (min 1 ay) yaptığınız iş stajyerden farklı olmayacak. Ancak güzel yanı alacağınız para stajyerlerden iyi... Ne öğrendim, ne yaptım dertlerine gireceksiniz, bu ise çok ayrı bir hikaye.
İşe başladığım ofis şimdiye kadar gördüğüm en büyük ofis, ki sadece alandan bahsetmiyorum. Çok sayıda mimar, şehirci, patron bulundurması bir yana, 2 tane sekreter, 1 tane muhasebeciyi de barındırıyo. Arka taraftaki çalışanlarla ön taraftaki çalışanların haberleşmesi bir sorun gibi görünse de telefonla işler yoluna konmuş gibi. Bukadar fazla çalışanla, bukadar büyük bir ofisin ayakta durabilmesi için tabiki çokca bol paralı iş lazım. Bunu da yeşil sermaye bol bol karşılıyor sanırım... Evet çalıştığım ofis piyasaya herzamanki tasarımları basan, simpaş ve ağaoğluy'la iş yapan, ve patronların taş devrinden kaldığı bir ofis...
Herkezin düşündüğü şu sanırım: ozaman neden orda çalışıyorsun? Cevap 1. paragrafın sonunda bahsettiğim " ne öğrendim, ne yaptım" sorusunda gizli. Tecrübe kazandın (büyük ofis tecrübesi), araştırma yaptın (piyasayı öğrenme), çevre edindin... Biraz da para kazandın tabi.

Ayrıca cumartesileri çalışmıyorlar...

11 Temmuz 2008 Cuma

Tatil?



2. sınıftan beri orda burda işe girip, biraz para kazanmaya çevre yapmaya daha da önemlisi birşeyler öğrenmeye çalışıyorum. Malum okul günlerinde bu tarz şeyler zor, onun yerine yazları sürekli İstanbul'da kalıp yok stajıydı yok işti uğraştım durdum. En son yaptığım tatil 1. sınıftaydı; 1 ay en samimi arkadaşımla bizim (artık olmayan) Alanya'daki evimizde tatil yapmıştık. Herşeyin çok güzel olduğu o tatilin anıları hala hatırlayınca hoş görünsede bendeki tatil ihtiyacını karşılayamıyor.
Şimdi ise; çalıştığım projelerin ya bitmiş olması ya da belediyeden onay beklemesi sonucu ofise gitmeme gerek yok. İstanbul'dayım çünkü ailemin oturduğu şehire de gitmeye zaman yok. 17 temmuz sabahı okuldan bir grup insanla Almanya Detmold'daki 10 gün süreli bir workshopa gideceğiz. Bu workshop olayları fln şahane tabiki, ordan da gezme amaçlı Londra'ya geçeceğim düşünülürse süper bir tatil alternatifi görünüyor ama, ne yazıkki benim, Mersin'de büyümüş biri olarak, tatil anlayışım tam da bu değil.
Tatil dendi mi bir deniz, şezlong, 8 tane filan kitap, muhabbet edecek insanlar, tabiki 4 kişi ve okey masası, rakı, balık, bira gibi şeyler düşünüyorum ben. Benim aile yapım gibi bir çevreyle büyümüş insanların hepside bu tarz şeylerin özlemi içindedir elbetteki.
Kendi tatilini kendin ayarlaman ve hatta kendin karşılaman gerektikçe içindeki sıkıntı da artmakta. İnsanları ikna etmeye çalışmak, yüzlerce telefon etmek gibi şeyler de cabası. Şimdilik tek yapabileceğim şey evimde esen bir nokta bulup kitabımı açmak, balık pazarı civarını kolaçan eden martıların sesleriyle sanki deniz kenarında biryerdeymişim gibi hayal etmek...

Çoğu şey için insanlara muhtaç kalmaktan çok sıkıldım artık...

20 Haziran 2008 Cuma

Yıkık - Dökük

Şimdi yazacağım şeyler sonucunda bazılarının bana "sen yaşlanmışsın" "ev hanımı olmuşsun" "ohoo ölmüşsün kızım sen" gibi şeyler demesine açığım. Buyrun...

Geçenlerde 22 yaşımı bitirip 23'e girdim. Nerdeyse bitmiş bir okulum, ucundan pek de tutmasam bu aralar belli bir iş durumum, çevremde de beni seven bikaç insanla hayatımı devam ettirmekteyim. Doğum günü dolayısıyla herhangi bir yaş kompleksine girmesemde, yaşadığım olaylar çerçevesinde yaşın ağırlığını sırtımda hissetmekteyim. Daha 23 neki diyeceksiniz ama ailem bana 23 yıldır bakıyor. Kendi kendine yemek yapabilir, tuvalete gidebilir, hayatımın bu tarz temel ihtiyaçlarını karşılayabildiğinle bitmiyor bu bakım. 23 yıldır bu insanlar benim için para ve sabır harcıyorlar. Ondan dolayıdırki yaptığım her hata kendi adıma küçükte olsa aileme karşı büyük bir utanç benim için.

Şimdilik burda anlatmak istemediğim, zamanı gelince anlatıp okuyanlara da akıl verebileceğim çok çeşitli olaylar geçiyor başımdan. Bu olaylarda her nekadar diğer insanların etkisi çok büyük ve elle tutulabilir de olsa, tabiki asıl salaklık bende. Herkez kendi iradesiyle hareket edebilmeli, kendi paranı kazanmaktan da önemli bir durum bu. Kendi kararlarımı kendim verebildiğim gün kendimle tekrar övünebileceğim. Ama şimdilik çok uzak bu bana.

Ve tüm bu olaylar çerçevesinde yurt dışında yüksek lisans gibi hayallerimi çöpe attım. Seneye kendi okulumda devam etmek adına yüksek lisansa başvuracağım. Ozamana kadar bir mucize, güven patlaması filan yaşarsam ancak bu kararımdan vazgeçerim ama bu güven patlaması en son nezaman olmuştu ki? Ya da hiç oldu mu ki?

Diyorum ki cidden kötü bir haber alsam da bütün bu olaylar onun yanında küçücük kalsa...

Ya da yok yok demiyorum vazgeçtim, bukadarı bile yetti bana...

21 Nisan 2008 Pazartesi

mezun- iyi niyet

Çok fazla yazı olmuş olabilir mezun olmak hakkında. Ama tahmin edersinizki gündem bu. Daha bu sabah 10 senelik en yakın arkadaşım olan insana yıllık yazısı yazmak zorunda kaldım. Zorunda kaldım diyorum çünkü şaka gibi geliyor, daha geçenlerde ortaokul mezuniyetine kiminle gitsek diye kafa patlatıyorduk, ondan hemen sonra liseden mezun olduk, öss filan daha yeni olmadı mı?

Bu şaşkınlığım sadece samimi arkadaşlarımın mezun olmasından dolayı değil tabiki; ben nezaman mimar sıfatını elde ettim? Ne zaman mimarlık adına birşeyleri kafama soktum da bilgi sahibi oldum? Geçenlerde işletmede okuyan bir arkadaşım bana inşaat hakkında birşey sormuştu, deprem için binaların sağlamlaştırılması hakkında. Ona bildiklerimi anlattıktan sonra "sen mimar olmuşun" dedi bana, şaka yaptığını var saydım güldüm geçtim ama gel gelelim adam ciddiymiş çünkü bunun peşinden oldukça ciddi inşaat soruları gelmeye başladı, baktım cevap verebiliyorum elimden geldiğince. Ama ben nezaman öğrendim bunları?

Ben ki hiç bi derste süper başarı filan yakalamadım, notlarımdan okadar azı aa ki inanamassınız. İlk 2 sene zaten hiç çalışmadım. Okulumuz da iyidir ama yani sihirli değneği yok sonuçta.

Ağıza yüksek lisans başvuruları, olasılıkları ve hayalleri alındıkça bu şaşkınlığı tahmin ediyorumki çoğumuz yaşıyoruz. Hele ki işe giren insanlar alacakları maaşları öğrenince onlar kazanmış gibi değil de iş verenler onlara acıyıp da bu meblayı veriyormuş gibi hissediyorlar. Mütevazilik mi denir, salaklık mı yoksa güven eksikliği mi bilmiyorum ama durumlar böyle.


Yurt dışında da güzel okullar var ama beni neden kabul etsinlerki?

8 Nisan 2008 Salı

God! Make me Manga!



Hayatın dönemeçleri vardır ya hani tüm gidişatı değiştirir, döndürün beni oralardan.

resim

6 Nisan 2008 Pazar

Yapısız Kalmaca ve Kullanımı



Proje dersinin olmadığı bir dönem her nekadar rüya gibi geçer diye düşünülse de pek de öyle olmuyor. Yarışmalarla telafi edeyim dedim, ilk yarışma olarak Taşkışla koridorlarının düzenlenmesi ve sergi alanları üretilmesi gibi bir yarışmaya girdik bir mansiyon kaptık(Gürbey Hiz ile) . 2. olarak da TOTEM e girmekteyiz ancak bu 2 yarışmada da herhangi bir bina tasarlamış değiliz. Ofis olarak bu haftalarda sıkça uğradığım Mimarhane, Galata Meydanında Mimar Sezin Akkaya'nın kurduğu, güzel işler çıkaran bir ofis; ancak orda da bir yapı çizmek nasip olmadı. Yapısız, binasız bir dönem bu.

Aslında bu yapısız boşluk benim için iyi de oldu zannediyorum ki. İç mimarlık, dekorasyon, hele hele endüstri ürünleri tasarımı heran kendimi uzak hissettiğim ve "profosyonelleri yapsın aman abi ben karışmayayım" dediğim dallardı, şimdi az da olsa fikrim oldu, iyi oldu hoş oldu.

Bu senelerin mimarlık modası (moda demek ne derece doğru bilmiyorum), mimarlığın farklı disiplinlerle bağlantı kurması ve tasarımın yaratılmasında farklı disiplinlerin önemli rol alması zannediyorumki. Bu durum mimarlık eğitimine de yansımış durumda, çoğumuz mezun olmadan en azından 1 kere bir film çekmişizdir, kolaj yapmışızdır. Tabiki bütün akademisyenler bu yönde eğitimlerini geliştirmiş filan değil. Okulda zaten garip bir yönetim hiyerarişisi olduğunu belki de en acı yoldan daha yeni öğrenmiş durumdayım, ve bu durum bir tiksinmeye yol açmıyor da değil. Akademisyen olarak kalmak isteyen insanlara sabır diliyorum.

Güzelce bir blog buldum.


3 Mart 2008 Pazartesi

taslak #1

Tam 3 yıl 2 ay 17 gündür ölüyüm. Eşofmanlarımla evden ekmek almaya çıktığım bir gün hatırlamadığım bir şekilde öldürüldüm. Hatırlamıyorum çünkü ani bir ölüm benimkisi, benim gibi olmayanlar nasıl öldüklerini hatırlarlar.

Hayattayken ölüm sonrası için çok farklı var sayımlar duyarız, beyaz, oldukça parlak bir ışık, mavi gözlü yakışıklı melekler gibi. Şimdiye kadar bunlardan hiç birine rastlamadım. Yaşarken olduğum gibi şimdi de bir inançsız olmama ramen, herhangi bir yargılanmaya tabi tutulmadım. Aksine yaşarkenki inancım, insanların fiziksel bedenler ve içlerindeki enerjiyle var oldukları, ölümümden sonra daha da güçlendi. İnsan; bedeni ve ruhundan yani enerjisinden ibarettir. Beden yetersiz kalıp ömrüne son verince, normal olanı tüm bu enerjinin dünyaya dağılıp yaşam döngüsüne bir şekilde katılmasıdır. Ancak bir kısım ölümlü, öldüklerinde garip bir refleks sonucu bu enerjiyi bir bütün halinde tutmayı başarırlar.

Ölümleri sonunda enerjilerini bir arada tutmuş hayaletler, denedim ama daha iyi bir kelime bulamadım bizler için, ya belirli bir kişiye, mekana veya olaya, ya da benim gibi bir arayışa bağlı kalanlar oluyor. Ben; 28 yıl 8 ay 23 gün süren yaşamı boyunca herhangi bir kişiye, mekana ya da olaya bağlanmış bir kişi değilim. Hayatım kısa mutluluklara hastalık derecesinde bağlanarak büyük hayaller kumak ve bu hayallerin olmayacağını anladığım an başlayan kaçışlarla geçti. Gerek erkekler, gerek gezmeler gerekse kariyer ve okul hakkındaki bu hayaller, bana kısa dönemler için mutluluk kazandırdıysa da, uzun vadede sadece fazlaca para israfına neden oldular. Ölüm anında bu arayışımın daha bitmemiş olduğu ve henüz gerçek mutluluğa erişmemiş olduğum fikrine fazlaca sarılmış olamlıyımki; hala burdayım.

Merak edilen ölüm anıysa hemen açıklamalıyım sanırım. Ölümüm gerçekleştikten belirsiz bir süre sonra, tanıdığım bir sokakta kendimi tamamen uyanık birşekilde buldum. Bir şekilde ölü olduğunu bilir bir halde sokakta dikiliyordum. Ölümüm dolayısıyla ne bir şaşkınlık, ne de bir üzüntü duydum. Her sabah içtiğim tek şekerli açık çayın sıcak olduğunu bildiğim gibi ölü olduğumu biliyordum, sanki her saat başı ölmeye alışkındım...




Eskiden yazmaya başladığım bir hikaye taslağının ilk kısmı. Anlayacağınız üzere henüz taslak bile tamamlanmış değil. Yazarım elbet.

7 Şubat 2008 Perşembe

Bitti mi şimdi tatil?

Mimarlık eğitiminin en gıcık yanlarından biri de bu tatil olayıdır. Ara tatil benim için hiçbir zaman 1 haftadan uzun geçemedi. Şöyle bir mini takvimle anlatmaya çalışırsam eğer:

25 ocak : notların son giriş tarihi olduğundan 24 Ocak proje dersinin son teslim tarihi oldu.
28 ocak: Web den ders kaydının başlaması ki bu da 1 günlük pcye yapışık hayat ardından 3 günlük psikolojik eziyet demek genel olarak. Devamında ayrıntılı açıklarım.
4 şubat: Bahar yarıyılının başlaması.

Bizim web den kayıt olayı teoride böyle süper ancak pratikte tam bir karın ağrısı. Sırf geçen seneki gibi Otomasyon köşelerinde (Maslak) dilekçe vermek için 3 gün uğraşmayayım diye; aldım laptopu taşkışlaya gittim. Kayıt 13:00 de başlıyordu sanırım ancak ben 13:30 da daha sisteme bile girememiştim... Neyseki Duygu kurtarıcı ünvanını üstlendi ve beni bu eziyetten kurtardı. (İzmir'de şirketlerinin tüm internetini kendisine almış yarım saatliğine, zeki kız). "E, internettenmiş kayıt Mersin'den yapsana" denir insana ancak o kayıt %78 yapılamıyor ve önce Taşkışlaya olmak üzere otomasyon ve öğrenci işleri serüveniniz başlamış oluyor. Biz bu eğlenceyi sevgili okulumuz sağolsun her dönem başında yaşıyoruz. Benim gibi şanssız olan insanların yanı sıra oldukça şanslı olup 8 dönemdir "tık" diye kaydını yapabilecek kadar (gıcık) şanslı insanlarda yok değil tabi. Bense; daha önce istediğim dersi alamama veya hiç ders alamama gibi eğlenceler de yaşadım...

Bu durumda kayıt tarihi ve onun çevresindeki 3 gün İstanbul'dan ayrılmaya cesaretim yok. Eh hiç bir zaman proje teslimini 1 hafta öncesinden yapıp sonra ana yuvasına gitme gibi bir lüksüm de olmadı. Sonuç olarak okulu 2 gün asarak yaklaşık 1 haftalık bir tatil edindim. Mersin de sıcacıktı ne güzel.

Okulu da 1 dönem uzattım bu dönem hiç proje dersim yok.

23 Ocak 2008 Çarşamba

Çöldeki Kutup Ayısı ve Ben

Nekadar mimarlık eğitimi şöyle böyle desek de, sorunu biraz da kendimizde aramak lazım tabiki. Kendim için, tüm mimari yetersizliklerimi bilgisizliklerimi bir kenara bırakırsak; sağolsun kötü şansım beni yeterince kötü bir öğrenci olma yoluna itti. Şöyle bir istatistik tutarsak eğer;

1. sınıfın ilk dönemi (1-1): proje teslimi gecesi ateşlendim. Teslimden sonra bir kaza sonucu gözüme çok yakın bir çizik sahibi oldum az daha şanssız olsam tek gözlü mimar olcaktım.
1-2: statik finalinden önce yine rahatsızlandım girmedim.

2-1: teslime maket yaparken sağ el başparmağımı çok kötü kestim, dikiş atılması gerekiyordu gitmedim.
2-2: zaten en kötü dönemdi. üstüne bir de teslimden kısa bir süre sonra ülser oldum midemi 3 yerden delmeyi başardım. (apranax- aprol kullanmayınız)

3-1: aman tanrım birşey olmamış mı yoksa???
3-2: tam final haftası allerji oldum çok fena (kurdeşen döktüm). tekrar aldığım statiğin finalinden 1 gün önce doktor kortizon verdi serum olarak, ama uyku yaptığını söylemedi. final saatine kadar uyudum hiç çalışmadım, finalde hala uykum vardı, ama neyseki geçtim.

4-1: (günümüz) yarın son 2 pafta teslimimiz var. 1 tanesi uygulama için hazırladığımız poster, diğeri de projenin eksik paftası. dün Mc Donalds'tan yediğim mc turco sayesinde zehirlendim, tüm gecemin iğrenç geçmesi yetmiyormuş gibi bugün çok bitkinim ve göz çevremde tarif edilemez kırmızı noktalar çıktı, punk pandalara benzedim. Yarına geçmesse doktora gitcem, üstelemeyiniz.

Şimdi bütün bunları düşünürsek; bitirme tesliminde beni neler bekliyor ciddden merak içerisindeyim.

Şu 2 paftayı da yapayım da uyuyayım yeniden, çok yorgunum...

19 Ocak 2008 Cumartesi

Benzeme, Benzetilme Metaforumsu Şeyler



Bügun Pier Loti Tepesi'ne gidip süper bir gün geçirdik. Ancak günün Pier Loti kısmı değilde yolculuktu güzel olan çoğunlukla. Pier Loti'nin de bir eksiği yoktu ama oraya varana kadar soğuktan ayaklarımızı kaybettiğimiz açlıktan midemizi kazıdığımızdan pek de anlayamadık esasında orayı. En yakın zamanda daha sıkı ayakkabılar ve daha kalın bir kazakla yeniden gezesim var. Pamuk şeker tavsiye edilir, ancak bir teyze var gaza gelip benim kadar bir pamukşekeri elime tutuşturdu dikkat edilmesi gereken bir husus. Lakin pamuş şeker montumu ve kazağımın kol kısmını kapladı, yüzümü saymıyorum bile.


Anlatacağım husus tabiki ne pamuk şeker ne de türk kahvesi. Eklediğim Fotoğraftaki teknenin mavisini Eyüp iskelesinde gördüğümden beri aklımda MVRDV'nin Didden village 'ı var. Nasıl bir esinlenmedir, nasıl bir benzetmedir cidden bilemiyorum. Mavinin tonundan ve bütün o gün batımı renkleri arasında nasıl da göze çarptığındandır diyorum. İnsanın aklı fikri evde iş bekleyen projesinde olunca mimarlıktan başka birşey konuşamaz oluyor. Esasında projeyle de alakası yok insanın aklı fikri mimarlık olmuş zaten. Tabii biz 4 senedir bunun içindeyiz sadece 20 yıldır bu mesleği sürdürüyor olanların "merhaba" sından bile mimarlık akıyor bazen. Çoğu yarar mı zarar m ı bilemiyorum.

Bu gösterdiğim teknenin mavisi örneğinden çok daha bariz ve göze çarpan örnekler mevcut, özellikle de sivil mimarlık da. Gecekondularda ciddi anlamda şaşırtıcı ve ilham verici farklılıklar var. Bu durumda konudan çok sapa bir soru geldi akla " ya tüm şehir tasarımcıların elinden çıkma olsaydı?". Ozaman şüphesiz daha çok mimar, daha çok tartışma konusu ve daha çok manifesto olurdu sanırım. Çok da kötü olurdu.

Her zor sorunun çok basit bir cevabı olduğunu düşünen ben, tasarım için de aynı şeyi düşünüyorum. Cevap derken bütün tasarımdan bahsetmiyorum elbetteki, özünden bahsediyorum. Çok minik ilhamlar, ki bazıları buna metafor da der, tasarıma yön veren önemli unsurlar. Tabiki deniz kabuğu şeklinde müzelerden, sosis şeklindeki hot dog büfelerinden bahsetmiyorum, hala çok minik oranlardayım.

Gündeme gelince uygulama projesi için yaklaşık 20 tane A1 ve 20 tane de A3 teslim ettim gururluyum. Proje için 20 çizgi bile çizmemiş oluşumu ve utanmadan tüm gün gezmiş oluşum içimi burkmuyor değil. Bir yanım diyor son proje dersini alıyorsun Gizem neyaptığını sanıyorsun hadi hadi, diğer yanımda pek bir uykucu. Beni özellikle bu "son proje" özelliği ayık tutuyor, korkutuyor.



Bazen bir fotoğraf çekersiniz doğuştan Photoshop'lu olur ya hani, Projeler de öyle olsa bir program olsa fikri girsen tasarımı yapsa, modeli yapsa, kesitini alsa, planları çözse. İlk bilgisayar lafı geçmeye başladığında böyle bir şey sanılmış zaten, o da ayrı bir hikaye onu ben anlatamayacağım, Hüseyin Kahvecioğlu güzel anlatıyor bu konuyu ona sorunuz. Ama doğal photoshopsuz, anlık şipşaklardan bir örnek de yakaladık bugün.

Artık çevremde oluşan sarılığı hangi yapıya benzetir de Didden Village la ilişki kurarsınız bilemicem ama bu mavi de Didden değil mi lütfen?

14 Ocak 2008 Pazartesi

Özel - Kamusal İlişkisi


Kamusal ve özel kavramları karşı karşıya geldiğinde, akla birden çok karşıtlık gelir. Gerek anlamları, gerek kullanımları bu çeşitliliği destekler. Kamusal alanı; isteyen herkesin herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan ulaşabileceği alan olarak kısaca tanımlayabiliriz. Ayrım; kamu kelimesiyle kimlerin sınıflandırıldığı ile ilişkilidir. Ancak özel kelimesine gelince, akla ilk başta iki baskın anlamı geliyor. Bunlardan birincisi gerçek kişilere ait her tür mülkiyet olarak tanımlanan özel mülk, diğeri ise kişisel özel alanlardır.

Kamusal alan ve özel mülk veya özel alan tanımlarının başlangıçları ve değişimleri farklı şekillerde olmuşlardır. Antik Roma’dan 17. yüzyıl İngiltere’sine gelinceye kadar özel kelimesi yasal olarak tanınmamıştır. 17. yüzyılda İngiltere’deki değişikliklerle hem özel mülkün tanımı yapılmış hem de “Habeas Corpus” yasasıyla insan vücudunun mutlak dokunulmazlığı yasal olarak kabul olmuştur. Bu olaylarla birlikte kamunun tecavüz edemeyeceği bir özel alan ortaya çıkmıştır ve kamusal alanla özel alan sınırı kabaca belirlenmiştir. Sonradan Fransız Devrimi, ABD anayasası ve bunlarla gündeme gelen insan hakları; insanın özel alanı sınırları ve özel alanını koruması konularına eğilir. O günün şartlarıyla insan, özel alanını koruyan birey, kamu ise müdahaleci olarak belirtilmiştir ki, bunun sonucu olarak zamanın düşünürleri kamusal alanın önemine ve tanımına eğilmemişlerdir. Aksine kamusal alan tehdidinde sayılan özel alanı koruma amacıyla kamusal ve özel arasındaki sınırı sağlamlaştırmışlardır.

"Kamusal alan tanımı ise ilk kez 1962 yılında basılan Jürgen Habermas'ın "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva Toplumunun Bir Kategorisi Üzerine Araştırmalar" (Strukturwandel der Öffentlichkeit) adlı kitabında ele alındı. Habermas kamusal alanı, "özel şahısların, kendilerini ilgilendiren ortak bir mesele etrafında akıl yürüttükleri, rasyonel bir tartışma içine girdikleri ve bu tartışmanın neticesinde o mesele hakkında ortak kanaati, kamuoyunu oluşturdukları araç, süreç ve mekanların tanımladığı hayat alanı" olarak tanımlar. Bu tanımla Hebermas kamusal alanın kamuoyunu oluşturan alan olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Hebermas “kamusal alan, modern toplum kuramlarında, toplumun ortak yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanına işaret etmek için kullanılan kavramdır” diyerek kamusal alanı, her türlü çıkardan arınmış, devlet otoritesinin baskısı ve buyruklarından, sermaye egemenliğinden bağımsız bir alan olarak tanımlar. Habermas’ın kitabının 1962’de basılmasının ardından, Avrupa’da farklılıklarını kabullenip önemseyen azınlıklar, mülteciler ve göçmenler gibi çeşitli toplumsal kesimlerin, tanınmayı ve toplumsal alanda çeşitliliğin hakim olmasını talep etmesiyle kamusal alan kavramı daha fazla tartışılır hale geldi. Böylece kamusal alan, siyaset ve hukuk felsefesi tartışmalarının üzerinde odaklandığı temel kavramlardan biri oldu. Bu irdelemelerde Habermas’ın, kamusal alanı Avrupa ile sınırlayarak, sadece burjuvanın oluşturduğu bir alan olarak görmesi ve diğer sosyal yapıları kamusal alana dahil etmemesi eleştirildi. Oscar Negt ve Alexander Kluge, Habermas’ın burjuva kamusallığına karşı çıkarak, kamusal alanı "mücadelenin savaş dışı yollarla karara bağlandığı” proleter alan olarak tanımlarlar. Richard Sennett ise, “Kamusal İnsanın Çöküşü” başlıklı kitabında kamusallaşma kavramını; özgünlük ve entelektüel derinlikle kamusal hayat ve özel hayat arasındaki dengesizliğin nedenlerini ve bu dengesizliğin yol açtığı sorunları da irdeleyerek, batı Avrupa kentleri için, insanların belirli mekanlarda yoğun toplumsal ilişkiler kurma olanaklarına sahip olmaları olarak açıklar.

Avrupa'da uzun süre tartışılan kamusal alanın tanımı, 1980'li yıllarda Türkiye'yi de etkilemeye başladı. Bu kavram çiftinin Türkiye’de dil pratiği içinde bambaşka kullanımları ortaya çıktı. Kaldı ki, kamusal kelimesinin sözlük anlamı da bir süre “devlete ilişkin olan” olarak nitelendi. Böylece kamusal alan kavramı Türkiye’de özellikle 1990’lı yılların başlarından itibaren çeşitli akademik yayınlarda ele alınmaya, kullanılmaya ve politik konularda tartışılmaya başladı." (alıntı)

Mimarlık konusu içinde günümüzde kamusal ve özel kavramlarını karşılaştırırsak önümüze birden çok karşıtlık çıkıyor. Bu çeşitlilik gerek kavram çiftinin kullanıldığı yer, gerekse dönemin sosyal konumundan ötürü meydana gelmiştir. İlk ele alacağımız anlam konutun özel oluşu ve kamusal olan sokakla insan arasında nasıl bir ayırıcı işlevi görmesiyle alakalı. Konut her zaman insanın özel alanı olarak tanımlanmış ve kamusal alandan ayıran bir kabuk olarak kabul görmüştür. Konut kavramının değişimi dünden bu güne kamusal kavramı kadar sert değildir. 18. yüzyılda kamusal alan günümüzün tersine katılımcıyı özgürleştiren değil, katılımcının özgürlüklerini kısıtlayan alan olarak tanımlanıyordu. 19. yüzyılda yapılmış tüm kamusal mekanlar bu düşünceyi destekleyici niteliktedir.Konutlarsa kamusalla özel arasındaki ayrıma görevlerini daha bir göze batar yapmaya başlamışlardır. Örneğin, Adolf Loos erken 20. yüzyılda gerçekleştirdiği bazı iç mekanlarda konutun caddeye bakan pencerelerine buzlu cam yerleştirecek ve kamusal özel kopuşunu “modern insan sokağı gözlemez” gibi bir keskinlikte ifade edecektir. 20. yüzyıla gelindiğinde bu ortam değişip kamusal alanları yalıtmak yerine, onlara katılmayı özendirme yolu seçilir. Konut tasarımındaki bu değişimin en güzel örneklerinden biri saydam dış cephesiyle 1951 yılında tamamlanan Farnsworth House’dur. Ludwig Mies van der Rohe bu tasarımında konutun kendi içindeki özel alanlarını (tuvalet ve mekanik odalar) çekirdekte toplayıp, diğer yaşam alanlarını kamuya neredeyse görünür hale getirmiştir.


Kamusal özel kavram çiftinin ikinci ele alınacak konusu toplu konutlarda oturanların kullanabildiği ancak dışarıdan gelenlerin kısıtlı olarak kabul edildiği kamusal alanlardır. Bu kamusal alanları “özel kamusal alanlar” olarak isimlendirebiliriz. Toplu konutun kendi içindeki kamusal alanları olup, dışardan biri için özel kabul edilen bu alanlar, özellikle güvenlikli toplu konutlarda örneklerini görebileceğimiz alanlardır. Türkiye’de bu günün gerçeği olarak güvenli diye reklamları yapılan “siteler” in sahip olduğu spor alanları, otoparkları, havuzları, çocuk alanları ve bahçelerini bu sıfat altında toplayabiliriz. Öyleyse bu toplu konutların katmanlaşması normal konutun sahip olduğu durumdan farklıdır. Konut ve sokak ilişkisinde daha önce de ele aldığımız gibi konut özel alan sokaksa kamusal alan varsayılır. Bu ikisinin arasında olan bir bölge bulunmaz. Ancak günümüzün toplu konutlarında yine sokak kamusal alan, konut özel alan olarak kabul edilir ve bunlara ek üçüncü katman olarak “özel kamusal alanlar” ortaya çıkar. Bu farklılık insanı hem konut ölçeğinde hem de şehir ölçeğinde etkiler.

Bir diğer ele alınacak anlam; kamusal alanların yüceltilmesi ve konutla iç içe geçirilmeye çalışılması sonucu ortaya çıkan bir kavramdır. Bu anlamı yansıtan en iyi örnek belki de MVRDV’nin tasarladığı Mirador konut bloğu projesidir. Tasarımcılar bu yapıyla kamusal alanı konut bloğunun tam da ortasına yerleştirmişlerdir. Kamusal alanın konutlara tecavüzü gibi bir durum gözlemlenmese de, binanın ana girişinde sirkülasyonların ayrımı söz konusudur. Burada yaşayanlar için tasarlanmış sirkülasyon aksına ek olarak kamusal alana gelen ziyaretçiler için tasarlanmış özel bir sirkülasyon aksı bulunmaktadır. Bu aks binanın dış cephesinden de fark edilebilir olsun diye kırmızı renktedir. Kamusal alan şehri iki zıt yönden gören, düzenlenmesiyle ziyaretçilerin oturabileceği bir seyir terası gibi düşünülmüştür. Bir önceki örneğe zıt olarak burada konut yapısı yine bir toplu konuttur ancak içindeki bir alanı sadece oturanlara değil tüm kamuya açık hale getirmiştir.


Son ele alınacak karşıtlık hali; zaten özel olan konutun kendi içindeki kamusal - özel ayrımıdır. Bu ayrım tartışmaya başlandığında akla ilk gelen soru hangi alanın özel, hangi alanın kamusal olduğudur. Örnek olarak tuvalet evde genel olarak kamusal bir alan olup, kullanımı sırasında belirli sürelerle özel alana dönüşür. Yatak odası da bu örneğe benzer olarak belirli süreler için özel alan konumunda olup diğer zamanlarda özel alanla kamusal alan arasında kalır. Konut tipolojilerinde genel olarak kesin ayırıcı duvarlarla odaların alanları belirlenir. Ancak bazı örnekler bu durumu bozmaktadır. Bu durumun tarihteki ilk örneği olarak Rietveld Schröder House gösterilir. Gerrit Rietveld’in Truus Schröder için tasarladığı evin üst katındaki yaşam alanında iç mekan ayırıcı duvarları hareketli olarak tasarlanmıştır. Bu yolla özel olan alanlar açılarak kamusal alana katılabilirler.

Bu duruma bir örnek daha vermek gerekirse; Shigeru Ban’ın tasarımını gerçekleştirdiği The naked house konuya uygun düşecektir. Müşterinin arzusu özel alanları minimumda tutarak, ev halkının kullanacağı kamusal alanları en yüksek oradan da tutmaktı. Bu yüzden mimar; özel alanları kamusal alanda yüzen kapsüller olarak tasarlamıştır. Kapsüller tavandaki konstrüksiyona asılırlar ve üstleri de kullanılabilir. Japon kültürünü de yansıtan bu örnek, konutun içinde kamusal alanlarla özel alanların birbiri ile ilişkisine radikal bir örnek sayılabilir.

Sonuç olarak; konut tasarımında çokça akıl karıştıran kamusal özel ayrımının kesin sınırları olmadığını söyleyebiliriz. Sokak ile konut arasındaki ilişki ya da konut bloğundaki dairelerin birbiri ile ilişkisi ya da tek bir konutun içindeki ilişki için yüzlerce farklı model oluşturulabilir. Bu kadar farklı ilişkiden standart bir prototip yaratmak yada çeşitlilikleri kullanmak şu an bu kavram çifti için en çok tartışılan konu durumunda. Ancak özellikle Türkiye’de hala kamusal kavramının inşaatı bitmiş durumda değil. Bunun sebebi elbetteki gündemdeki güvenlik sorunları. Konut almak isteyen insanları çoğu artık güvenli denilen ve dışarıdan sınırlı ziyaretçinin kabul edildiği, daha önce de bahsettiğimiz gibi özel kamusal alanların olduğu toplu konut projelerine talep ediyorlar. Bunun bir sonucu olarak yatırımcılar konut yapılarının kamuya açık alanları olmasına sıcak bakmayacak durumda, tabi ki kar getirecek alışveriş merkezlerini toplu konut projesinin bir kenarına iliştirmek bu konuya dahil değil. Konuttaki iç mekan ilişkilerine bakacak olursak eğer; bu konuda Türkiye’deki son dönem sivil mimarlık örneklerinde birkaç tipolojinin tekrarlanıp durduğunu görüyoruz. Tasarımda büyük rol oynayan bu kavram çifti hakkındaki tartışmalar ve değişim süreci dönemin politik yapısından, popüler kültürüne kadar farklı kriterlerle şekil alacakmış gibi görünüyor.

7 Ocak 2008 Pazartesi

Panik

Teslim tarihleri fazlaca yaklaşmamış olsa da panik dalgasını hissediyoruz sanırım. Uygulama projesi için teslim edeceklerimi çıkarmaya başladım da; 20 adet A1 var. İnanamıyorum 20 A1 ben nasıl çizerim? Bir de detaylar gelecek üstüne... Bir okadar da A3 demek bu... Zaten uygulama projesi için hayatımda bir ilk olarak sabahladığım, hocayla konuştuğum günün ardından geldim evde çizmeye devam ediyorum. "Heyt be kim tutar seni" diye gazlayasım geliyor kendimi ama ardından bir pıss sesi yükseliyor her seferinde.
Proje dersi de var, ona anca 3 A1.Elimde hiç bir şey yok proje adına, uygulama hazır gibi en azından... Bukadar iyi bir hocaya düşmeme ramen nasıl bir küstahlık benimki bilmiyorum, cidden projeden bir haberim. Şeytan dürtmüyor değil gelecek dönem için hocadan söz al sana yer bıraksın şimdi bırak projeni gelecek dönem al diye. Ama "öeh" diyorum bir yandan 2 hafta gibi bir süre kaldı sıksam dişimi bitiyor tüm dertler (?).
Restorasyona ne demeli? Taşları anlamsızca "copy, paste" etmeye devam mı edeceğiz? Sanırım... Zaten restorasyon için tam bir stajyer gibi çalışıyorum, bana iş veriyorlar yapıyorum yargılamadan, arada bi işten kaytarıyorum hasta filan oluyorum. Bazen de iş vermiyorlar sağolsunlar 2 geyik ediyorum, moral ve gaz oluyor.

Ayrıca yazmam gereken biri ingilizce olmak üzere 2 rapor var hala. Neyime güveniyorsam dokunmuyorum, hatta abarttım teslim tarihlerini bile bilmiyorum. Tüm bunları yazdıkça daha da korktum.

Aslında tüm bu korkular dertler bir yana, bazı şeyleri tamamlayınca insanın kendi kendine gurur duyması da ayrı bir tatlı oluyor canım. Küçük çocuklar yaptıkları birşeyi gösterirler ya, nasıl kendilerinden emin, nasıl da gururlu olurlar; bazen kaptırıp öyle olası geliyor insanın. Ama bu saf duyguları mimarlık öğrencileri genelde ilk proje derslerinde, olmadı ilk jürilerinde köreltmişlerdir. Bakınız hala karamsarım...

Ayrıca;

Son günlerde fazlaca merak edilen bir soru vardı: "bitirme projesiyle beraber kaç dersimi güz dönemine bırakırsam kep törenine katılabilirim?" Cevabını sanırım öğrendim ama %100 garanti veremem öğrenci işlerine sormak lazım. Ayça'nın dediğine göre eğer bitirme+2 ders yada bitirme+1ders+staj bırakırsak kep törenine katılabilirmişiz. Ama bu "ders" olayının kredi kısıtlaması var mı bilmiyorum.

Evet anlaşılan; 1 dönem uzatmak için gerekli araştırmaları ve hazırlıkları yapıyorum.

1 Ocak 2008 Salı

En sevdiğim mimar?



Küçükken sorulan saçma sapan sorular vardı ya hani; "anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?" ya da "büyüyünce ne olmak istiyorsun?" gibi. Biz masumca "ikisini de eşit seviyorum" yada "dansöz olcam ben" gibi cevaplar verirken büyüdük işte. Evet bi dönem dansöz olmayı istermişim.



Derken bu saçma soruların şekli değişti sanki çaktırmadan. Şimdilerse bana daha "bariz" bir şekilde saçma gelen sorular duymaktayım. Geçen aile ziyaretine Mersin'e gittiğimde babamın bir arkadaşı bana "sen mimarsın anlarsın ikiz kuleleri sence patlattılar mı yoksa cidden uçak mı çarptı" diye sordu. Komplo teorilerinden aklı karışmış amcamın ancak ben de saçma ve bir okadar da boş konuştum bu ani soru karşısında. Bir yandan da yeni evini dekore etmek isteyen ve aklı karışan tanıdıkları veya ilerde müstakil ev yaptırmak isteyen ve "sen mimarı olursun amcamın oğlu var inşaat da okuyor o da inşaat mühendisi olur bize ev yaparsınız" emvirakileriyle gelen insanları da sık sık duymaktayız. Ben bu tarz sorunları sadece tıp öğrencileri yaşar sanırdım halbuki.

Ama bu sorunları toptan düşünürsek aslında profosyonel anlamda mimarlıkla ilişkisi olmayan insanların mimarlıktan ne anladıkları gerçeğiylede karşı karşıya kalırız. En acıklı yüzleşmede sanırım ailelerde yaşanıyor. Düşünsenize aşmış mimar olmuşsunuz, tarzınızı oturtmayı başarmışsınız, brüt beton, cam, ahşap ile sade bir uyum yakalamışsınız fln fln. Peki bayramlarda aile gezmesine gidip televizyon üstüne dantel örten teyzenizi, yada dedenizin götürdüğü kebapçının önünde alçıdan yapılmış taş görünümündeki ve içinden su fışkıran şelaleyi ne yapacaksınız? İnsan; Tadao Ando'nun annesi camlı vitrinlere danteller serip, küçük içki şişeciklerini ve bibloları yığıyor mudur acaba diye düşünmeden geçemiyor.

Hoş geçenlerde de bunlar kadar saçma bir soruyu bende Onur diye bir arkadaşıma sordum; "işte mimarlık budur kardeşim aşmış bunlar dediğin ve benim bilemeyeceğim bi mimar, yapı var mı?" dedim. Hoş Onur beni cahil sanarak bir MVRDV örneği verse de, benim sorum cidden saçmaydı, sonradan çok kızdım kendime. "En sevdiğin renk hangisi" kadar saçma bir soruydu cidden.

İnsanlar cam cephe yapıp camın üstünü 1 kat bakırla kaplamışlar, anlayan beri gelsin.