23 Ocak 2008 Çarşamba

Çöldeki Kutup Ayısı ve Ben

Nekadar mimarlık eğitimi şöyle böyle desek de, sorunu biraz da kendimizde aramak lazım tabiki. Kendim için, tüm mimari yetersizliklerimi bilgisizliklerimi bir kenara bırakırsak; sağolsun kötü şansım beni yeterince kötü bir öğrenci olma yoluna itti. Şöyle bir istatistik tutarsak eğer;

1. sınıfın ilk dönemi (1-1): proje teslimi gecesi ateşlendim. Teslimden sonra bir kaza sonucu gözüme çok yakın bir çizik sahibi oldum az daha şanssız olsam tek gözlü mimar olcaktım.
1-2: statik finalinden önce yine rahatsızlandım girmedim.

2-1: teslime maket yaparken sağ el başparmağımı çok kötü kestim, dikiş atılması gerekiyordu gitmedim.
2-2: zaten en kötü dönemdi. üstüne bir de teslimden kısa bir süre sonra ülser oldum midemi 3 yerden delmeyi başardım. (apranax- aprol kullanmayınız)

3-1: aman tanrım birşey olmamış mı yoksa???
3-2: tam final haftası allerji oldum çok fena (kurdeşen döktüm). tekrar aldığım statiğin finalinden 1 gün önce doktor kortizon verdi serum olarak, ama uyku yaptığını söylemedi. final saatine kadar uyudum hiç çalışmadım, finalde hala uykum vardı, ama neyseki geçtim.

4-1: (günümüz) yarın son 2 pafta teslimimiz var. 1 tanesi uygulama için hazırladığımız poster, diğeri de projenin eksik paftası. dün Mc Donalds'tan yediğim mc turco sayesinde zehirlendim, tüm gecemin iğrenç geçmesi yetmiyormuş gibi bugün çok bitkinim ve göz çevremde tarif edilemez kırmızı noktalar çıktı, punk pandalara benzedim. Yarına geçmesse doktora gitcem, üstelemeyiniz.

Şimdi bütün bunları düşünürsek; bitirme tesliminde beni neler bekliyor ciddden merak içerisindeyim.

Şu 2 paftayı da yapayım da uyuyayım yeniden, çok yorgunum...

19 Ocak 2008 Cumartesi

Benzeme, Benzetilme Metaforumsu Şeyler



Bügun Pier Loti Tepesi'ne gidip süper bir gün geçirdik. Ancak günün Pier Loti kısmı değilde yolculuktu güzel olan çoğunlukla. Pier Loti'nin de bir eksiği yoktu ama oraya varana kadar soğuktan ayaklarımızı kaybettiğimiz açlıktan midemizi kazıdığımızdan pek de anlayamadık esasında orayı. En yakın zamanda daha sıkı ayakkabılar ve daha kalın bir kazakla yeniden gezesim var. Pamuk şeker tavsiye edilir, ancak bir teyze var gaza gelip benim kadar bir pamukşekeri elime tutuşturdu dikkat edilmesi gereken bir husus. Lakin pamuş şeker montumu ve kazağımın kol kısmını kapladı, yüzümü saymıyorum bile.


Anlatacağım husus tabiki ne pamuk şeker ne de türk kahvesi. Eklediğim Fotoğraftaki teknenin mavisini Eyüp iskelesinde gördüğümden beri aklımda MVRDV'nin Didden village 'ı var. Nasıl bir esinlenmedir, nasıl bir benzetmedir cidden bilemiyorum. Mavinin tonundan ve bütün o gün batımı renkleri arasında nasıl da göze çarptığındandır diyorum. İnsanın aklı fikri evde iş bekleyen projesinde olunca mimarlıktan başka birşey konuşamaz oluyor. Esasında projeyle de alakası yok insanın aklı fikri mimarlık olmuş zaten. Tabii biz 4 senedir bunun içindeyiz sadece 20 yıldır bu mesleği sürdürüyor olanların "merhaba" sından bile mimarlık akıyor bazen. Çoğu yarar mı zarar m ı bilemiyorum.

Bu gösterdiğim teknenin mavisi örneğinden çok daha bariz ve göze çarpan örnekler mevcut, özellikle de sivil mimarlık da. Gecekondularda ciddi anlamda şaşırtıcı ve ilham verici farklılıklar var. Bu durumda konudan çok sapa bir soru geldi akla " ya tüm şehir tasarımcıların elinden çıkma olsaydı?". Ozaman şüphesiz daha çok mimar, daha çok tartışma konusu ve daha çok manifesto olurdu sanırım. Çok da kötü olurdu.

Her zor sorunun çok basit bir cevabı olduğunu düşünen ben, tasarım için de aynı şeyi düşünüyorum. Cevap derken bütün tasarımdan bahsetmiyorum elbetteki, özünden bahsediyorum. Çok minik ilhamlar, ki bazıları buna metafor da der, tasarıma yön veren önemli unsurlar. Tabiki deniz kabuğu şeklinde müzelerden, sosis şeklindeki hot dog büfelerinden bahsetmiyorum, hala çok minik oranlardayım.

Gündeme gelince uygulama projesi için yaklaşık 20 tane A1 ve 20 tane de A3 teslim ettim gururluyum. Proje için 20 çizgi bile çizmemiş oluşumu ve utanmadan tüm gün gezmiş oluşum içimi burkmuyor değil. Bir yanım diyor son proje dersini alıyorsun Gizem neyaptığını sanıyorsun hadi hadi, diğer yanımda pek bir uykucu. Beni özellikle bu "son proje" özelliği ayık tutuyor, korkutuyor.



Bazen bir fotoğraf çekersiniz doğuştan Photoshop'lu olur ya hani, Projeler de öyle olsa bir program olsa fikri girsen tasarımı yapsa, modeli yapsa, kesitini alsa, planları çözse. İlk bilgisayar lafı geçmeye başladığında böyle bir şey sanılmış zaten, o da ayrı bir hikaye onu ben anlatamayacağım, Hüseyin Kahvecioğlu güzel anlatıyor bu konuyu ona sorunuz. Ama doğal photoshopsuz, anlık şipşaklardan bir örnek de yakaladık bugün.

Artık çevremde oluşan sarılığı hangi yapıya benzetir de Didden Village la ilişki kurarsınız bilemicem ama bu mavi de Didden değil mi lütfen?

14 Ocak 2008 Pazartesi

Özel - Kamusal İlişkisi


Kamusal ve özel kavramları karşı karşıya geldiğinde, akla birden çok karşıtlık gelir. Gerek anlamları, gerek kullanımları bu çeşitliliği destekler. Kamusal alanı; isteyen herkesin herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan ulaşabileceği alan olarak kısaca tanımlayabiliriz. Ayrım; kamu kelimesiyle kimlerin sınıflandırıldığı ile ilişkilidir. Ancak özel kelimesine gelince, akla ilk başta iki baskın anlamı geliyor. Bunlardan birincisi gerçek kişilere ait her tür mülkiyet olarak tanımlanan özel mülk, diğeri ise kişisel özel alanlardır.

Kamusal alan ve özel mülk veya özel alan tanımlarının başlangıçları ve değişimleri farklı şekillerde olmuşlardır. Antik Roma’dan 17. yüzyıl İngiltere’sine gelinceye kadar özel kelimesi yasal olarak tanınmamıştır. 17. yüzyılda İngiltere’deki değişikliklerle hem özel mülkün tanımı yapılmış hem de “Habeas Corpus” yasasıyla insan vücudunun mutlak dokunulmazlığı yasal olarak kabul olmuştur. Bu olaylarla birlikte kamunun tecavüz edemeyeceği bir özel alan ortaya çıkmıştır ve kamusal alanla özel alan sınırı kabaca belirlenmiştir. Sonradan Fransız Devrimi, ABD anayasası ve bunlarla gündeme gelen insan hakları; insanın özel alanı sınırları ve özel alanını koruması konularına eğilir. O günün şartlarıyla insan, özel alanını koruyan birey, kamu ise müdahaleci olarak belirtilmiştir ki, bunun sonucu olarak zamanın düşünürleri kamusal alanın önemine ve tanımına eğilmemişlerdir. Aksine kamusal alan tehdidinde sayılan özel alanı koruma amacıyla kamusal ve özel arasındaki sınırı sağlamlaştırmışlardır.

"Kamusal alan tanımı ise ilk kez 1962 yılında basılan Jürgen Habermas'ın "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva Toplumunun Bir Kategorisi Üzerine Araştırmalar" (Strukturwandel der Öffentlichkeit) adlı kitabında ele alındı. Habermas kamusal alanı, "özel şahısların, kendilerini ilgilendiren ortak bir mesele etrafında akıl yürüttükleri, rasyonel bir tartışma içine girdikleri ve bu tartışmanın neticesinde o mesele hakkında ortak kanaati, kamuoyunu oluşturdukları araç, süreç ve mekanların tanımladığı hayat alanı" olarak tanımlar. Bu tanımla Hebermas kamusal alanın kamuoyunu oluşturan alan olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Hebermas “kamusal alan, modern toplum kuramlarında, toplumun ortak yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanına işaret etmek için kullanılan kavramdır” diyerek kamusal alanı, her türlü çıkardan arınmış, devlet otoritesinin baskısı ve buyruklarından, sermaye egemenliğinden bağımsız bir alan olarak tanımlar. Habermas’ın kitabının 1962’de basılmasının ardından, Avrupa’da farklılıklarını kabullenip önemseyen azınlıklar, mülteciler ve göçmenler gibi çeşitli toplumsal kesimlerin, tanınmayı ve toplumsal alanda çeşitliliğin hakim olmasını talep etmesiyle kamusal alan kavramı daha fazla tartışılır hale geldi. Böylece kamusal alan, siyaset ve hukuk felsefesi tartışmalarının üzerinde odaklandığı temel kavramlardan biri oldu. Bu irdelemelerde Habermas’ın, kamusal alanı Avrupa ile sınırlayarak, sadece burjuvanın oluşturduğu bir alan olarak görmesi ve diğer sosyal yapıları kamusal alana dahil etmemesi eleştirildi. Oscar Negt ve Alexander Kluge, Habermas’ın burjuva kamusallığına karşı çıkarak, kamusal alanı "mücadelenin savaş dışı yollarla karara bağlandığı” proleter alan olarak tanımlarlar. Richard Sennett ise, “Kamusal İnsanın Çöküşü” başlıklı kitabında kamusallaşma kavramını; özgünlük ve entelektüel derinlikle kamusal hayat ve özel hayat arasındaki dengesizliğin nedenlerini ve bu dengesizliğin yol açtığı sorunları da irdeleyerek, batı Avrupa kentleri için, insanların belirli mekanlarda yoğun toplumsal ilişkiler kurma olanaklarına sahip olmaları olarak açıklar.

Avrupa'da uzun süre tartışılan kamusal alanın tanımı, 1980'li yıllarda Türkiye'yi de etkilemeye başladı. Bu kavram çiftinin Türkiye’de dil pratiği içinde bambaşka kullanımları ortaya çıktı. Kaldı ki, kamusal kelimesinin sözlük anlamı da bir süre “devlete ilişkin olan” olarak nitelendi. Böylece kamusal alan kavramı Türkiye’de özellikle 1990’lı yılların başlarından itibaren çeşitli akademik yayınlarda ele alınmaya, kullanılmaya ve politik konularda tartışılmaya başladı." (alıntı)

Mimarlık konusu içinde günümüzde kamusal ve özel kavramlarını karşılaştırırsak önümüze birden çok karşıtlık çıkıyor. Bu çeşitlilik gerek kavram çiftinin kullanıldığı yer, gerekse dönemin sosyal konumundan ötürü meydana gelmiştir. İlk ele alacağımız anlam konutun özel oluşu ve kamusal olan sokakla insan arasında nasıl bir ayırıcı işlevi görmesiyle alakalı. Konut her zaman insanın özel alanı olarak tanımlanmış ve kamusal alandan ayıran bir kabuk olarak kabul görmüştür. Konut kavramının değişimi dünden bu güne kamusal kavramı kadar sert değildir. 18. yüzyılda kamusal alan günümüzün tersine katılımcıyı özgürleştiren değil, katılımcının özgürlüklerini kısıtlayan alan olarak tanımlanıyordu. 19. yüzyılda yapılmış tüm kamusal mekanlar bu düşünceyi destekleyici niteliktedir.Konutlarsa kamusalla özel arasındaki ayrıma görevlerini daha bir göze batar yapmaya başlamışlardır. Örneğin, Adolf Loos erken 20. yüzyılda gerçekleştirdiği bazı iç mekanlarda konutun caddeye bakan pencerelerine buzlu cam yerleştirecek ve kamusal özel kopuşunu “modern insan sokağı gözlemez” gibi bir keskinlikte ifade edecektir. 20. yüzyıla gelindiğinde bu ortam değişip kamusal alanları yalıtmak yerine, onlara katılmayı özendirme yolu seçilir. Konut tasarımındaki bu değişimin en güzel örneklerinden biri saydam dış cephesiyle 1951 yılında tamamlanan Farnsworth House’dur. Ludwig Mies van der Rohe bu tasarımında konutun kendi içindeki özel alanlarını (tuvalet ve mekanik odalar) çekirdekte toplayıp, diğer yaşam alanlarını kamuya neredeyse görünür hale getirmiştir.


Kamusal özel kavram çiftinin ikinci ele alınacak konusu toplu konutlarda oturanların kullanabildiği ancak dışarıdan gelenlerin kısıtlı olarak kabul edildiği kamusal alanlardır. Bu kamusal alanları “özel kamusal alanlar” olarak isimlendirebiliriz. Toplu konutun kendi içindeki kamusal alanları olup, dışardan biri için özel kabul edilen bu alanlar, özellikle güvenlikli toplu konutlarda örneklerini görebileceğimiz alanlardır. Türkiye’de bu günün gerçeği olarak güvenli diye reklamları yapılan “siteler” in sahip olduğu spor alanları, otoparkları, havuzları, çocuk alanları ve bahçelerini bu sıfat altında toplayabiliriz. Öyleyse bu toplu konutların katmanlaşması normal konutun sahip olduğu durumdan farklıdır. Konut ve sokak ilişkisinde daha önce de ele aldığımız gibi konut özel alan sokaksa kamusal alan varsayılır. Bu ikisinin arasında olan bir bölge bulunmaz. Ancak günümüzün toplu konutlarında yine sokak kamusal alan, konut özel alan olarak kabul edilir ve bunlara ek üçüncü katman olarak “özel kamusal alanlar” ortaya çıkar. Bu farklılık insanı hem konut ölçeğinde hem de şehir ölçeğinde etkiler.

Bir diğer ele alınacak anlam; kamusal alanların yüceltilmesi ve konutla iç içe geçirilmeye çalışılması sonucu ortaya çıkan bir kavramdır. Bu anlamı yansıtan en iyi örnek belki de MVRDV’nin tasarladığı Mirador konut bloğu projesidir. Tasarımcılar bu yapıyla kamusal alanı konut bloğunun tam da ortasına yerleştirmişlerdir. Kamusal alanın konutlara tecavüzü gibi bir durum gözlemlenmese de, binanın ana girişinde sirkülasyonların ayrımı söz konusudur. Burada yaşayanlar için tasarlanmış sirkülasyon aksına ek olarak kamusal alana gelen ziyaretçiler için tasarlanmış özel bir sirkülasyon aksı bulunmaktadır. Bu aks binanın dış cephesinden de fark edilebilir olsun diye kırmızı renktedir. Kamusal alan şehri iki zıt yönden gören, düzenlenmesiyle ziyaretçilerin oturabileceği bir seyir terası gibi düşünülmüştür. Bir önceki örneğe zıt olarak burada konut yapısı yine bir toplu konuttur ancak içindeki bir alanı sadece oturanlara değil tüm kamuya açık hale getirmiştir.


Son ele alınacak karşıtlık hali; zaten özel olan konutun kendi içindeki kamusal - özel ayrımıdır. Bu ayrım tartışmaya başlandığında akla ilk gelen soru hangi alanın özel, hangi alanın kamusal olduğudur. Örnek olarak tuvalet evde genel olarak kamusal bir alan olup, kullanımı sırasında belirli sürelerle özel alana dönüşür. Yatak odası da bu örneğe benzer olarak belirli süreler için özel alan konumunda olup diğer zamanlarda özel alanla kamusal alan arasında kalır. Konut tipolojilerinde genel olarak kesin ayırıcı duvarlarla odaların alanları belirlenir. Ancak bazı örnekler bu durumu bozmaktadır. Bu durumun tarihteki ilk örneği olarak Rietveld Schröder House gösterilir. Gerrit Rietveld’in Truus Schröder için tasarladığı evin üst katındaki yaşam alanında iç mekan ayırıcı duvarları hareketli olarak tasarlanmıştır. Bu yolla özel olan alanlar açılarak kamusal alana katılabilirler.

Bu duruma bir örnek daha vermek gerekirse; Shigeru Ban’ın tasarımını gerçekleştirdiği The naked house konuya uygun düşecektir. Müşterinin arzusu özel alanları minimumda tutarak, ev halkının kullanacağı kamusal alanları en yüksek oradan da tutmaktı. Bu yüzden mimar; özel alanları kamusal alanda yüzen kapsüller olarak tasarlamıştır. Kapsüller tavandaki konstrüksiyona asılırlar ve üstleri de kullanılabilir. Japon kültürünü de yansıtan bu örnek, konutun içinde kamusal alanlarla özel alanların birbiri ile ilişkisine radikal bir örnek sayılabilir.

Sonuç olarak; konut tasarımında çokça akıl karıştıran kamusal özel ayrımının kesin sınırları olmadığını söyleyebiliriz. Sokak ile konut arasındaki ilişki ya da konut bloğundaki dairelerin birbiri ile ilişkisi ya da tek bir konutun içindeki ilişki için yüzlerce farklı model oluşturulabilir. Bu kadar farklı ilişkiden standart bir prototip yaratmak yada çeşitlilikleri kullanmak şu an bu kavram çifti için en çok tartışılan konu durumunda. Ancak özellikle Türkiye’de hala kamusal kavramının inşaatı bitmiş durumda değil. Bunun sebebi elbetteki gündemdeki güvenlik sorunları. Konut almak isteyen insanları çoğu artık güvenli denilen ve dışarıdan sınırlı ziyaretçinin kabul edildiği, daha önce de bahsettiğimiz gibi özel kamusal alanların olduğu toplu konut projelerine talep ediyorlar. Bunun bir sonucu olarak yatırımcılar konut yapılarının kamuya açık alanları olmasına sıcak bakmayacak durumda, tabi ki kar getirecek alışveriş merkezlerini toplu konut projesinin bir kenarına iliştirmek bu konuya dahil değil. Konuttaki iç mekan ilişkilerine bakacak olursak eğer; bu konuda Türkiye’deki son dönem sivil mimarlık örneklerinde birkaç tipolojinin tekrarlanıp durduğunu görüyoruz. Tasarımda büyük rol oynayan bu kavram çifti hakkındaki tartışmalar ve değişim süreci dönemin politik yapısından, popüler kültürüne kadar farklı kriterlerle şekil alacakmış gibi görünüyor.

7 Ocak 2008 Pazartesi

Panik

Teslim tarihleri fazlaca yaklaşmamış olsa da panik dalgasını hissediyoruz sanırım. Uygulama projesi için teslim edeceklerimi çıkarmaya başladım da; 20 adet A1 var. İnanamıyorum 20 A1 ben nasıl çizerim? Bir de detaylar gelecek üstüne... Bir okadar da A3 demek bu... Zaten uygulama projesi için hayatımda bir ilk olarak sabahladığım, hocayla konuştuğum günün ardından geldim evde çizmeye devam ediyorum. "Heyt be kim tutar seni" diye gazlayasım geliyor kendimi ama ardından bir pıss sesi yükseliyor her seferinde.
Proje dersi de var, ona anca 3 A1.Elimde hiç bir şey yok proje adına, uygulama hazır gibi en azından... Bukadar iyi bir hocaya düşmeme ramen nasıl bir küstahlık benimki bilmiyorum, cidden projeden bir haberim. Şeytan dürtmüyor değil gelecek dönem için hocadan söz al sana yer bıraksın şimdi bırak projeni gelecek dönem al diye. Ama "öeh" diyorum bir yandan 2 hafta gibi bir süre kaldı sıksam dişimi bitiyor tüm dertler (?).
Restorasyona ne demeli? Taşları anlamsızca "copy, paste" etmeye devam mı edeceğiz? Sanırım... Zaten restorasyon için tam bir stajyer gibi çalışıyorum, bana iş veriyorlar yapıyorum yargılamadan, arada bi işten kaytarıyorum hasta filan oluyorum. Bazen de iş vermiyorlar sağolsunlar 2 geyik ediyorum, moral ve gaz oluyor.

Ayrıca yazmam gereken biri ingilizce olmak üzere 2 rapor var hala. Neyime güveniyorsam dokunmuyorum, hatta abarttım teslim tarihlerini bile bilmiyorum. Tüm bunları yazdıkça daha da korktum.

Aslında tüm bu korkular dertler bir yana, bazı şeyleri tamamlayınca insanın kendi kendine gurur duyması da ayrı bir tatlı oluyor canım. Küçük çocuklar yaptıkları birşeyi gösterirler ya, nasıl kendilerinden emin, nasıl da gururlu olurlar; bazen kaptırıp öyle olası geliyor insanın. Ama bu saf duyguları mimarlık öğrencileri genelde ilk proje derslerinde, olmadı ilk jürilerinde köreltmişlerdir. Bakınız hala karamsarım...

Ayrıca;

Son günlerde fazlaca merak edilen bir soru vardı: "bitirme projesiyle beraber kaç dersimi güz dönemine bırakırsam kep törenine katılabilirim?" Cevabını sanırım öğrendim ama %100 garanti veremem öğrenci işlerine sormak lazım. Ayça'nın dediğine göre eğer bitirme+2 ders yada bitirme+1ders+staj bırakırsak kep törenine katılabilirmişiz. Ama bu "ders" olayının kredi kısıtlaması var mı bilmiyorum.

Evet anlaşılan; 1 dönem uzatmak için gerekli araştırmaları ve hazırlıkları yapıyorum.

1 Ocak 2008 Salı

En sevdiğim mimar?



Küçükken sorulan saçma sapan sorular vardı ya hani; "anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?" ya da "büyüyünce ne olmak istiyorsun?" gibi. Biz masumca "ikisini de eşit seviyorum" yada "dansöz olcam ben" gibi cevaplar verirken büyüdük işte. Evet bi dönem dansöz olmayı istermişim.



Derken bu saçma soruların şekli değişti sanki çaktırmadan. Şimdilerse bana daha "bariz" bir şekilde saçma gelen sorular duymaktayım. Geçen aile ziyaretine Mersin'e gittiğimde babamın bir arkadaşı bana "sen mimarsın anlarsın ikiz kuleleri sence patlattılar mı yoksa cidden uçak mı çarptı" diye sordu. Komplo teorilerinden aklı karışmış amcamın ancak ben de saçma ve bir okadar da boş konuştum bu ani soru karşısında. Bir yandan da yeni evini dekore etmek isteyen ve aklı karışan tanıdıkları veya ilerde müstakil ev yaptırmak isteyen ve "sen mimarı olursun amcamın oğlu var inşaat da okuyor o da inşaat mühendisi olur bize ev yaparsınız" emvirakileriyle gelen insanları da sık sık duymaktayız. Ben bu tarz sorunları sadece tıp öğrencileri yaşar sanırdım halbuki.

Ama bu sorunları toptan düşünürsek aslında profosyonel anlamda mimarlıkla ilişkisi olmayan insanların mimarlıktan ne anladıkları gerçeğiylede karşı karşıya kalırız. En acıklı yüzleşmede sanırım ailelerde yaşanıyor. Düşünsenize aşmış mimar olmuşsunuz, tarzınızı oturtmayı başarmışsınız, brüt beton, cam, ahşap ile sade bir uyum yakalamışsınız fln fln. Peki bayramlarda aile gezmesine gidip televizyon üstüne dantel örten teyzenizi, yada dedenizin götürdüğü kebapçının önünde alçıdan yapılmış taş görünümündeki ve içinden su fışkıran şelaleyi ne yapacaksınız? İnsan; Tadao Ando'nun annesi camlı vitrinlere danteller serip, küçük içki şişeciklerini ve bibloları yığıyor mudur acaba diye düşünmeden geçemiyor.

Hoş geçenlerde de bunlar kadar saçma bir soruyu bende Onur diye bir arkadaşıma sordum; "işte mimarlık budur kardeşim aşmış bunlar dediğin ve benim bilemeyeceğim bi mimar, yapı var mı?" dedim. Hoş Onur beni cahil sanarak bir MVRDV örneği verse de, benim sorum cidden saçmaydı, sonradan çok kızdım kendime. "En sevdiğin renk hangisi" kadar saçma bir soruydu cidden.

İnsanlar cam cephe yapıp camın üstünü 1 kat bakırla kaplamışlar, anlayan beri gelsin.